Geçmişe bakıldığında, denizciliğin toplumların ihtiyaçları paralelinde geliştiği ve gelişmelerle bağlantılı olarak, kuralların çoğu kez önce birer örf ve adet kuralı şeklinde ortaya çıkarak , zaman içinde yazılı şekle dönüştürülmüş oldukları görülür. Bu nedenle, toplumların asırlar boyu denizlerden ulaşım, taşımacılık ve balıkçılık amaçlarıyla yararlanmış olmaları, Deniz Hukukuna ilişkin kuralların da esas olarak uzun bir dönem bu faaliyetlerle ilgili olmasına neden olmuştur. Ancak, ortaya çıkan yeni durumlar nedeniyle, yeni birtakım düzenlemeler yapılması zorunluluğu doğmuştur. Örneğin 1967 ‘de Süveyş Kanalı’nın kapanması sonucu Körfez petrolünün Avrupa’ya daha kolay taşınması için büyük tankerler inşa edilmeye başlanmıştır. Bu tankerlerin karıştığı kazalar sonucu meydana gelen çevre kirliliği yeni teknik standartların geliştirilmesi ve çevre kirliliğini önlemek maksadıyla düzenlemeler yapılması gereğini ortaya çıkarmıştır. Ayrıca bu gelişmeler büyük tankerlerin yükleme boşaltma yapabilmelerini sağlamak üzere, devletlerin denizlerdeki yetki alanlarının ötesinde yapay tesisler kurmalarına ve bu tesislerin hukukî nitelikleri ve rejimlerine ilişkin düzenlemeler kabul etmelerine neden olmuştur.
Taşımacılık alanında olduğu gibi balıkçılık konusunda da yeni gelişmeler yaşandı. Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra avlanan balık miktarının 40 yıl içinde 4 kat artması (60 milyon ton civarında), balık stoklarının azaldığı gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Bu gerçek sahildar devletlerin kendi sahillerine bitişik alanlarda özel balıkçılık bölgeleri ilan etmelerine sebep olmuştur. Günümüzde bu konu Münhasır Ekonomik Bölge kavramıyla kurumsallaşmıştır.
Münhasır ekonomik bölge (MEB), (İngilizce: Exclusive economic zone (EEZ)) Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi uyarınca bir devletin deniz kaynaklarının araştırılması ve kullanılmasında su ve rüzgâr enerjisi de dahil olmak üzere özel haklara sahip olduğu deniz bölgeleridir. ABD Başkanı Harry Truman tarafından ortaya atılan ve sahildar devletin kendi sahillerine bitişik deniz alanlarının dip ve dibin altındaki canlı ve cansız kaynaklar üzerindeki hak ve yetkilerini içeren Kıta Sahanlığı uygulaması bugün uluslararası alanda kabul görmektedir.
Deniz alanları ve bu alanlar üzerindeki egemenlik iddiaları yönünden devletlerin çıkarlarında ve ulusal ölçekteki politika tercihlerinde bazı farklılıklar olmakla beraber, deniz alanlarında gerçekleştirilen faaliyetler söz konusu olduğunda, devletler arasında bir fikir birliği ve ortak aklın oluştuğunu söyleyebiliriz. Açık denizlerde seyrüsefere, balık avcılığına, ticaret gemileri üzerinde bayrak devletinin yetkilerine ilişkin konularda devletler arasında var olan çıkar ortaklığı, bu konularda ortak kuralların daha kolay oluşmasını sağlar. Ancak üzerinde görüş ayrılığı olmayan konuların, doktrin tartışmaları ve uygulama çatışmaları paralelinde, uzun bir süreç sonucunda benimsendikleri de bir gerçektir.
Deniz Hukukunun tarihsel gelişimine ilişkin olarak, birbiriyle bağlantılı üç temel aşamanın belirleyici öneme sahip olduğunu söylemek mümkündür :
- Gemilerin ve gemiciliğin gelişimi;
- Deniz taşımacılığında ve deniz ticaretinde meydana gelen gelişmeler ve bunlarla ilgili kural ve kanunların ortaya çıkışı ve gelişimi;
- Deniz alanları üzerinde devletlerin iddiaları ve bu konudaki gelişmeler.
Gemiciliğin Gelişimi
Tarihte suyun kaldırma gücünden ilk defa Mısırlıların yararlanarak, Nil Nehri üzerinde, inşa ettikleri ilkel deniz araçlarıyla taşımacılık yaptıkları araştırmalar sonucu ortaya çıkmıştır. Nil Nehri üzerinde yapılan taşımacılık Doğu Akdeniz’e taşmış ve Mısırlılar bu bölgede Fenikeliler ve Giritlilerle ticaret yapmıştır. Fenikeliler ve Giritliler bu alanda oldukça gelişme kaydederek daha gelişmiş gemiler inşa etmişlerdir. Bazı verilere göre Fenikeliler Kuzey Denizi’ne ve Batı Afrika’nın orta bölgesindeki sahillere ulaşmışlardır. Diğer yandan Yunanistan ’ın ikliminin tahıl üretimine yeterince elverişli olmaması nedeniyle gıda maddelerine duyulan gereksinme, Yunanlıları aynı dönemde denize açılarak ticaret yapmaya zorlamıştır.
Böylelikle ilk çağlarda Akdeniz’de Fenikeliler , Giritliler ve Yunanlılar denizcilik yaparak deniz ticaretini geliştirmişlerdir. Aynı dönemde Kuzey Avrupa’da Vikingler olarak bilinen Denizci kavim güneye seferler yaparak İtalya kıyılarına kadar inmiştir. Bu başarılarının sebebi tekne yapmada oldukça ustalaşmış olmalarıdır. Deniz taşımacılığının diğer taşımacılık türlerine göre daha avantajlı olması bu alanda teknolojik gelişmelerin daha hızlı yaşanmasını da sağlamıştır. Bu teknolojik gelişmeler gemilerin zaman içinde daha büyük, daha güvenli ve daha hızlı olmasıyla ilgilidir.
Gemi teknolojisindeki önemli gelişme noktası artan hammadde gereksinimi nedeniyle İkinci Dünya Savaşından sonradır. Gemi inşaatında kullanılan malzemelerin kalitesi artmış ve her tip yüke özel gemiler inşa edilmeye başlanmıştır. Aynı zamanda gemi hacimleri ve hızları da artırılmıştır. Günümüzde nükleer güçle çalışan gemiler de kullanılmaktadır.
Deniz Taşımacılığına ve Deniz Ticaretine İlişkin İlkelerin Ve Kanunların Gelişimi
1- Rodos Deniz Kanunu : MÖ 3. ve 2. yüzyıllarda Romalılar Tarafından derlenen ve esas olarak, Rodos’la doğrudan ilgisi olmaksızın Doğu Akdeniz’de , oldukça uzun süreden beri uygulanan ilkeleri içerdiği tespit edilen kanunlardaki düzenlemeleri başta Yunanlılar ve Romalılar olmak üzere Akdeniz ülkelerin tarafından benimsenmiş ve ticari ilişkilerde göz önünde tutulmuştur.
2- Bazilika
3- Tabula Amalfitana (Amalfi Levhaları)
4- Kudüs Mahkemesi Kararları : 12.yüzyılda yakın doğuyla ticaretin, Haçlı seferleri nedeniyle gelişmesi sonucunda ortaya çıkan ticari anlaşmazlıkların çözülmesi amacıyla kurulan mahkemelerin uyguladığı usul kurallarının denizciliğe ilişkin uyuşmazlıklarda yetersiz kalması, mahkemelerin, tacirlerin uygulamalarını göz önüne alarak bazı kurallar kabul etmelerine neden oldu ( Henry Wheaton, Historie des Progres du Droit des Gens en Europe et en Amerique depuis la Paix de Westphalie Jusqu’a Nos Jours s.94 ) Kudüs Mahkemesi kararları olarak adlandırılan bu kuralların uygulanması konusunda Cenova, Marsilya, Venedik gibi büyük liman şehirlerinde yerleşik yargıçlar veya yargıç konsoloslar görevlendirildi.
5- Consolato del Mare ( Deniz Derlemeleri )
6- Oleron Kuralları
7- Wisby Kuralları
8- Hansa Birliği Kuralları
9- Guidon de la Mer ( Deniz Flaması / Kılavuzu ) : 1861 YILINDA 14. Louis tarafından yayımlanan Ordonnance ‘a da temel teşkil etmiştir.
Kodifikasyon, yasal düzenleme yapma ; dağınık durumda var olan yazılı ve yazısız hukuk kurallarını birleştirmek demektir( Ferit Develioğlu, Osmanlıca- Türkçe Lügat; Ankara, 1984). ‘’Codex ‘’ kelimesi Latince olup, genel olarak kanunlar mecmuası anlamına gelmektedir. Kodifikasyonun bütün hukuk dallarında olduğu gibi Deniz hukukunda da bilimsel ve resmi faaliyet olmak üzere iki anlamı vardır:
Bilimsel faaliyet olarak kodifikasyon, mevcut ve yürürlükte olup, ancak dağınık halde bulunan Deniz Hukuku kurallarının ( özellikle örf ve adet kuralları) veya denizcilik alanında düzenleme gereği duyulan konularda oluşturulmak üstenen kuralların, resmi olmayan bir şekilde, bir hukukçu tarafından sistematik bir dizin içerisinde madde madde bir araya getirilerek, kamuya sunulmasıdır.
Resmi faaliyet olarak kodifikasyon ise , devletler arasında yapılan toplantı ve görüşmeler sonucunda yazılı olmayan Deniz Hukuku kurallarının (örf ve adet kuralları) bütününün veya bir kısmının katılan devletler için zorunlu, sistematik, yazılı kurallar, yani anlaşmalar haline getirilmesidir.
İlk Kodifikasyon Faaliyetleri
Deniz alanları üzerindeki faaliyetler, çok uzun bir süre örf ve adet hukuku kurallarına dayalı olarak yürütülmüştür. Değişik yerlerde ve zamanlarda kabul edilen derlemeler veya kanunlar da, çoğu defa bu örf ve adet hukukuna dayalı uygulamaları yansıtmıştır. Aynı durum deniz alanları ve bunların hukuki nitelikleri ve rejimleri konusunda da geçerlidir.
1- Milletler Cemiyeti Bünyesinde Yürütülen Kodifikasyon Çalışmaları
Birinci Dünya Savaşı ertesinde, esas olarak uluslararası barışı sağlamak ve sürdürmek üzere kurulan Milletler Cemiyeti, Deniz Hukukuyla ilgili bazı konuların kodifikasyonu konusunda da çalışmalar yapmıştır. Cemiyet Misakı’nın 23.maddesi uyarınca, 1921 yılında Barcelona’da toplanan konferans çerçevesinde ‘Transit Geçiş Serbestliği’ ve ‘Uluslararası Nitelikte Seyrüsefere Elverişli Su Yollarının Rejimi’ konularında iki ayrı sözleşme imzalanmıştır. Bunu takiben, 1923 yılında Cenevre’de toplanan konferansta da, bugün de yürürlükte bulunan ‘Deniz Limanlarının Uluslararası Rejimi’ konusunda bir sözleşme ve protokol kabul edilmiştir.
Bu çalışmaların yanında, Cemiyet bünyesinde kodifikasyon konusunda önemli bir adım, kodifiye edilecek konuları tespit etmek ve çalışmalar yapmak üzere 22 Eylül 1924 tarihinde bir Uzmanlar Komitesi’nin kurulmasıyla atılmıştır. Karasuları, deniz haydutluğu, deniz kaynaklarının işletilmesi ve devlet malı olan ticaret gemilerinin hukuki niteliklerine ilişkin hususlar, anılan Komite tarafından kodifiye edilmek üzere kabul edilen konular arasında yer alıyordu. Bu çalışmaların akabinde 3 Nisan 1930 tarihinde La Haye’ de Türkiye ve 47 ülkenin daha katıldığı bir Konferans düzenlendi ancak somut bir sonuç alınamadı. Konferans sırada sahildar devletin karasuları üzerindeki hakları ve bunların kapsamı konusunda devletler arasında ortak görüşler ortaya çıktıysa da , özellikle karasularının genişliği konusunda bir anlaşmaya varılamaması konferansın sonuçsuz kalmasına sebep olmuştur.
Konferans sonuçsuz kalsa da hazırlanan anlaşma metinleri, devletlerin gelecekteki çalışmalarında göz önüne almaları temennisiyle onların faydalanmasına sunuldu. Milletler Cemiyeti döneminde başlatılan bu çalışmaların başarısızlıkla sonuçlanmış olması, ortaya konulan belgelerin değerini etkilememiştir. Daha sonra Birleşmiş Milletler bünyesinde başlatılan kodifikasyon çalışmalarında uzmanlar, bu çalışma belgelerinden çok büyük fayda sağlamıştır.
- 2- Birleşmiş Milletler Bünyesinde Yürütülen Kodifikasyon Çalışmaları
Teşkilatın kurucu Andlaşmasının 13.maddesi ile Genel Kurul’a ‘’Devletler Hukukunun tedvini(kodifikasyonu) ve geliştirilmesi’’ görevi verilmiş ve bu görevin yerine getirilmesi amacıyla Devletler Hukuku Komisyonu oluşturulmuştur. Komisyon 1947’de göreve başladığında gündeminde ağırlıklı olarak yer alan konulardan biri de Deniz Hukukuna ilişkindi. Komisyon özellikle açık denizler ve karasuları konularında sözleşme tasarıları hazırlayarak ilgili çalışmalara, faaliyete ilk günden itibaren başladı.
Birleşmiş Milletler Birinci ve İkinci Deniz Hukuku Konferansları
1930 La Haye Kodifikasyon Konferansı çalışmaları esas alınarak sürdürülen hazırlıklar, yaklaşık 10 yıl sürdü; bu süre içinde Komisyon, bir yandan devletlerin de görüşlerini alarak, karasuları konusu gibi askıda kalmış konular yanında, kıta sahanlığı gibi uluslararası uygulamada henüz çok yeni olan konulara ilişkin düzenlemeleri de içeren 4 sözleşme tasarısı hazırladı. Bu tasarılar 1958 yılında Cenevre’de toplanan Birleşmiş Milletler Birinci Deniz Hukuku Konferansı’na katılan devletlerin görüş ve tartışmalarına sunuldu.
Konferansa Türkiye ile birlikte 85 devlet katıldı. Sonuç olarak 4 Sözleşme kabul edildi:
1- Karasuları ve Bitişik Bölge Sözleşmesi
2- Açık Deniz Sözleşmesi
3- Kıta Sahanlığı Sözleşmesi
4- Balık Avlama ve Açık Denizlerin Biyolojik Kaynaklarının Korunması Sözleşmesi
Ayrıca ‘‘Uyuşmazlıkların Mecburi Surette Halline Dair İmzalanması İhtiyari Protokol’’ de kabul edildi.
Sözleşmelerin ilk üçü yürürlükteki kurallar ve uygulama ile uyumlu olduğu için pek çok devlet tarafından onaylandı. Son sözleşme ve protokol ise uygulamaların ötesinde yükümlülükler getirdiği için fazla rağbet görmedi. Böylece Birleşmiş Milletler Birinci Deniz Hukuku Konferansı, Deniz Hukukunun gerek eski gerek yeni pek çok kuralının yazılı şekle dönüştürülmesini sağladı.
Ancak 1930’da halledilemeyen karasularının genişliği sorunu bu Konferansta da çözülemeyince 1960 yılında konuyu çözüme kavuşturmak amacıyla İkinci Konferans Cenevre’de toplandı. Toplantıda 6 mil karasuları ve 6 mil balıkçılık bölgesi şeklinde benimsenen uzlaşma metni, 1 oy farkla reddedilince, konunun çözümü başka bir toplantıya ertelendi .
Birleşmiş Milletler Üçüncü Deniz Hukuku Konferansı
Bu Konferans 1958 Sözleşmelerinin aksayan yönlerini düzeltmek ve Deniz Hukukuna ilişkin birtakım yeni kurallar kabul etmek amacıyla düzenlenmiş ve yaklaşık 8 yıl aralıklarla süren toplantılar sonucunda , Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesini hazırlamayı başarmıştır.
Konferans Neden Toplandı ?
1958 yılında imzalanan Cenevre Sözleşmeleri, yüzyıllardır deniz alanlarının hukukî rejimini ve bu alanda yapılan faaliyetlerin esaslarını düzenleyen örf ve adet kurallarını yazılı bir hale dönüştürdü. Ancak bu Sözleşmelerin tam ve yeterli olmadığı açıktı. Karasularının genişliği sorunu başta olmak üzere birkaç meseleyi düzenlemiyordu ve askıda bırakılmıştı.
Yürürlüğe girdikten kısa bir süre sonra güncellenmeleri ve eksikliklerinin giderilmesi ihtiyacı ortaya çıktı. Bu sebeple Birleşmiş Milletler Üçüncü Deniz Hukuku Konferansının toplanması gerekmiştir. 1960 yılında B.M. Genel Kurulunca kabul edilen ‘’Sömürge Yönetimi Altındaki Ülkelere ve Halklara Bağımsızlık Verilmesi Hakkında Bildiri’’yi takiben sömürge rejimi altında yönetilen ülkelerin hızlı bir şekilde bağımsızlıklarını elde etmeye başladıkları görüldü. 1960’ların başlarında 90 olan bağımsız devlet sayısı , 1970’lerde 126’ya yükseldi. Uluslararası topluma yeni katılan devletler ‘kendileri dışında ve kendilerinin katkısı olmaksızın oluşturulan kuralları kabul etmeme’’ tavrını takınarak, yeni kuralların kendilerinin de katkıları ile oluşturulması tezini savundular. Siyasal bağımsızlıklarını yeni kazanan az gelişmiş devletler, yerleşmiş olan Uluslararası Hukuka karşı çıkarlarken, bu hukukun sömürge rejimleri sırasında oluşturulmuş, Batı Blokuna mensup büyük devletlerin çıkarlarını kollayan bir Avrupa Hukuku olduğunu ileri sürdüler. Yeni bağımsız ve az gelişmiş ülkeler, siyasal bağımsızlıklarının gerçek anlamını kazanabilmesi için ekonomik bağımsızlıklarının ve dolayısıyla doğal kaynakları üzerindeki egemenliklerinin de tanınması gerektiğini öne sürdüler. Onlara göre yeni bir ekonomik düzen kurulmalıydı.
Yeni devletlerin özellikle sahillerine bitişik alanlarda ve buralardaki doğal kaynaklar üzerinde münhasır hak iddialarında bulunmaları, gelişmiş devletlerin açık denizlere yönelik teknolojilerini geliştirmelerinde etken olduğu gibi, bu alanlara ilişkin birtakım kurallara olan ihtiyacı da ortaya çıkartıyordu. Ayrıca, ekonomik gereksinimlerin karşılanması gerekçesiyle ve teknolojik gelişmelere de bağlı olarak, denizlerdeki canlı kaynakların düzensiz ve aşırı avlanma nedeniyle giderek azalması, bu konuda birtakım önlemlerin alınmasını zorunlu kılıyordu. 1958 tarihli Cenevre Sözleşmesinde, kıta sahanlığının işletilebilirlik esasına dayalı tanımından yararlanılarak, derin deniz diplerinin işletilmeye başlanması , yine gelişen teknoloji sayesinde gerçekleştirilmiş ve bu alanların bakır, manganez, kobalt ve nikel içeren maden yumruları bakımında çok zengin olduğu çıkarılmıştır.
Tüm bu zenginliklerden yalnızca gelişmiş devletler değil gelişmekte olan devletler dahil tüm insanlık yararlanmalıydı. Ekonomik gereksinimler sonucu, bir yandan deniz ticareti ve taşımacılığında tanık olunan canlanmayla birlikte deniz seyrüseferinin yoğunlaşması ile kaza olasılıklarının artması, deniz dibi kaynaklarının çıkarılması, doğayı ve deniz alanlarını sürekli kirlenme tehdidi altında tuttuğu için bu konuda önlemlerin düzenlenmesi gerekmekteydi. Değinilen ekonomik ve siyasal nedenlerle, Birleşmiş Milletler Üçüncü Deniz Hukuku Konferansının toplanması gerektiği düşünülmüştür.
Konferansın gündeminde bir tarafta Deniz Hukukunun var olan kurallarının güncellenmesi gereği dururken, diğer tarafta da o güne kadar örf ve adet kurallarına dayalı olarak devam eden uygulamalar ile henüz örf ve adet kuralına dönüşmemiş birtakım uygulamalar hakkında yazılı kuralların oluşturulması konuları yer almaktaydı. Bu zorluklar nedeniyle Konferansın başarıya ulaşacağı ihtimaline tereddütle yaklaşılıyordu. Ancak Konferans sonucunda ortaya 1982 tarihli B.M.D.H.S çıktı.
Sözleşmenin temel özellikleri ve getirdiği bazı yenilikler:
- Sözleşme deniz alanlarının ve kaynaklarının kullanımının bütün yönlerini ele alan ilk metindir.
- Sözleşme yalnızca, var olan Deniz Hukukunu kodifiye etmekle kalmamakta,; aynı zamanda münhasır ekonomik bölge, insanlığın ortak mirası gibi yeni kavramlar ve ilkelerle hukuku zenginleştirmiştir.
- Denize sahili bulunmayan devletler lehine denize ve denizden ulaşma hakkını ve transit geçiş serbestliğini düzenler.
- Denizlerin barışçıl amaçlarla kullanımını temel ilkelerden biri şeklide benimsemesi yanında, Deniz Hukukuna ilişkin uyuşmazlıkların değişik barışçı yollarla çözümünü öngörmekle, devletler arasında barış ve güvenliğin sağlanması ve devamına önemli ölçüde katkıda bulunmaktadır.
- Deniz alanlarının korunmasında ve muhafazasında önemli bir gelişme olarak, deniz kirliliğinin önlenmesine ilişkin önlemler öngörmektedir. Uyuşmazlıkların çözümü konusunda bağlayıcı düzenlemeler öngörmektedir. Deniz alanlarında bilimsel araştırmalar yoluyla uluslararası bilimsel ve teknik işbirliğinin gelişmesini sağlamaktadır. Devletleri, deniz canlılarının korunması konusunda , ilgili kuruluşlar aracılığıyla, işbirliğinde bulunmaya zorlamaktadır.Türkiye’nin Deniz Hukukunun Kodifikasyonu Çalışmalarına Katılımı ve TutumuÜç tarafı denizlerle çevrili olan ülkemizin denizlerde gerek ekonomik gerek siyasi açıdan önemli çıkarları olduğu açıktır. Bu sebeple Türkiye 1930 yılında Milletler Cemiyeti ve daha sonra B.M. Bünyesinde gerçekleştirilen kodifikasyon konferanslarında etkin bir katılımcı olmuştur. Ancak 1958 Cenevre Deniz Hukuku Sözleşmesini imzalamamıştır. Türkiye B.M. Üçüncü Deniz Hukuku Konferansı sırasında taslak metinlerin çeşitli maddelerinin değiştirilmesi yönünde öneriler getirmiş ve son toplantıda Sözleşmeye çekince ileri sürülebilmesi konusunda gayret göstermiştir. Ancak, sonuçta ortaya çıkan metnin bazı yönleriyle ülke çıkarlarına aykırı olduğu sonucuna varıldığından, Konferans Son Senedi ve Sözleşme Türkiye tarafından imzalanmadığı gibi , onaylanmayacağı da dile getirilmiştir.
Türkiye Heyeti, karasuları üzerindeki hava sahası ile ilgi düzenlemeler, karasularının genişliği konusunda 12 millik deniz sınırının kabul edilmesi, sahilleri karşı karşıya olan veya bitişik olan devletler arasında münhasır ekonomik bölge ve kıta sahanlığı sınırlandırmalarına ilişkin hükümler , adalar rejimine ilişkin hükümler olmak üzere çeşitli hükümlerin ülke çıkarlarına uymadığı gerekçesiyle Sözleşmeyi imzalamadığını açıklamıştır.Ancak Sözleşmede yer alan bazı kurumların ülkemiz tarafından benimsendiği de bir gerçektir. Örneğin 1986 yılında Karadeniz’de münhasır bölge ilan edilmiştir. Türkiye, coğrafi konumu itibariyle denizci bir ülke olup, denizlerle ilgili evrensel ve bölgesel düzenlemelerin dışında kalmamalıdır. Sözleşmenin, güncel siyasal ve hukuksal gelişmeleri değişen dünya koşulları çerçevesinde ulusal çıkarlar yönünden yeniden değerlendirilmesinin ve en azından, Sözleşme paralelinde, iç mevzuatımızda bazı değişiklikler yapılmasının gerekli olduğu açıktır
Av. Sadet AYDIN
DENİZ HUKUKUNA GİRİŞ